3 Eylül 2015 Perşembe

İlk Üç Nesle Olan Saygımız

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi "TEMEL İSLAM BİLİMLERİ" Arap Dili ve Belagati Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Salih Zafer Kızıklı beyefendiye ait olan "Ebu’l-Esved ed-Du’elî’nin Arap Gramer Tarihindeki Yeri ve Önemi" isimli makalesine Arap dilinin tarihine dair yaptığım okumalar esnasında rastladım.

Şu satırları yazarken de henüz mezkur makaleyi bitirmiş değilim. Bilakis 3 sayfa okudum. Fakat 2. sayfanın sonunda başlayıp 3. sayfanın ortasına kadar uzayan bir değerlendirme beni rahatsız etti. 

Hoca, birçok sahabeden yaşça büyük olan fakat irtihal-i Nebi(s.a.v.)'den sonra Müslüman olduğu için tabiûndan addedilen Ebu'l-Esved ed-Dü'elî(r.a.) hakkında İbn Hallikân'ın "Vefâyâtu'l A'yân" isimli eserinden bir alıntı yapıyor ve ed-Dü'elî(r.a.) ile ilgili, alıntının da izin vermeyeceği bir kaç kelimelik kısa ama vurucu değerlendirmede bulunuyor. Aynen iktibas ediyorum:

"Cimri bir kişiliğe sahip olan Ebu'l-Esved ed-Du'elî fakirlere maddî yardımda bulunulmasını hoş karşılamaz ve çocuklarına: 
'Eğer fakirlere paranızı verirseniz, onlardan daha kötü duruma düşersiniz. Allahu Teâlâ ile cömertlik yarışına girmeyin!... Allahu Teâlâ en cömerttir. O eğer isteseydi tüm yoksulları zengin yapardı. Maddî yardımda kendinizi zorlamayın, sonra fakirleşirsiniz!...' diye öğüt verirdi. (Vurgu bana ait)

Tabiûn neslinin en alim şahıslarından biri olan Ebu'l-Esved ed-Dü'elî(r.a.) hakkında zikredilen bu ifadeler ölçüsüzdür. Hocanın verdiği dipnotta bazı cümleler birebir geçmektedir. Ancak Lisanu'l-Arab'ın بخل maddesinde "ضد الكرم" diye tanımlanan "بالبخل" ibaresini dilimizdeki "cimri" nüansı ile karşılamak yerine "sıkı, tutumlu" kelimeleri ile tercüme etmek daha isabetli olurdu. Çünkü cimri kelimesinin zihinlerde oluşturduğu olumsuz anlamın ilk üç nesle olan saygımızın aşınmasına katkıda bulunacağı gerçeği aşikardır.

Ayrıca bu bir incelik değil bilakis zorunluluktur. Çünkü bahsedilen zat, Hz. Ali'nin davası uğruna başını ortaya koymuş, kendisinden hem dil hem de din sahasında onlarca rivayette bulunulmuş, gayret-i diniyesi ile meşhur bir zattır. Hemen ardından gelen "fakirlere maddî yardımda bulunulmasını hoş karşılamaz" ibaresi ise dipnotta kaynak olarak zikrettiği "Vefâyatu'l-A'yân"da yer almadığına göre hocanın bizatihi kendisinden sudûr eden bir zandır. Ancak iyi niyet sahibi bir Müslüman'ın böyle büyük bir insana karşı bu tarzda bir söz sarfetmesi mümkün değildir. Ben elbette babam yaşında bir adamın niyetini sorgulamak gibi bir hadsizliğe girişecek değilim. Ancak hocanın şahsından mücerred bu ifadelerin eleştirisinin yapılması gerekir. Çünkü bu makale yayınlanmış ve arzu eden herkesin edinebileceği bir ortama aktarılmıştır. 

Zekatın farziyyeti kitap, sünnet ve icma ile sabit, aksi bir iddianın küfür olduğu yine hem bu üç delille hem de sahabe fiiliyle (ridde hadisesi) aşikar iken ve zekatın verileceği sınıflardan birinin de yine kitapta açıkça "miskinler-fakirler" olarak zikredildiği herkes tarafından biliniyorken, tabiûnun ulemasından böyle önemli bir zat için "fakirlere maddi yardımda bulunmayı hoş karşılamaz" gibi bir ithamın yapılması hiç şüphesiz züccaciye dükkanına fillerle dalmak kabilindendir ve nice hatırları kırıp döker, nice hakları ihlal eder, varsın hesab edilsin.

Peki ilgili kaynakta geçen  ve hocanın hemen hemen isabetli bir şekilde tercümesini verdiği cümlelerin anlamı nedir? Bu sözler ile Ebu'l-Esved ed-Dü'elî, hiç şüphesiz fazla kerem sahibi ve cömert olmanın kişiyi tedbirsizce saçıp savurmaya götüreceğini ve bunun da kişi ve ailesi için bazı durumlarda bir felakete dönüşebileceğini kastetmiştir. Çünkü o, Allah'ın farz kıldığı zekata muhalif olmaktan ve Allah resulünün(s.a.v.) teşvik ettiği tasadduka karşı çıkmaktan münezzehtir. O ortamda büyümüş ve yüzlerce talebe yetiştirmiş birinin aksi bir kast ile böyle sözler sarfetmesi ve bu davranışı yüzünden kınanmaması mümkün değildir. Bu sebeplerden dolayı Ebu'l-Esved ed-Dü'elî'nin mezkur sözleri bu şekilde anlaşılmalıdır. 

İlk üç nesil hiç şüphesiz hatalarıyla, sevaplarıyla insandırlar. Ben onlara insan üstü bir kutsallık ve nebilere yaraşır bir masumiyet atfetmiyorum. Ancak ölülerimizden hayırla bahsetmek ve ilk üç neslin hayırlı olduğuna inanmakla mükellefiz. Birçok ayet-i kerime  ve ehadis-i şerife bize bu vazifeyi tevdi etmektedir. İlk üç neslin bir özelliği de şudur ki, onlar hata işlediler, hatta birbirleri ile harb dahi ettiler ancak şahsi hatalarını asla ve asla bizlere din diye nakletmediler. 

Rabbim Arap dilinin kaidelerinin tespit edilmesine, Kur'an'ın harekelenmesine ve daha nice hayırlı ilim kapılarının açılmasına sebep olan böyle büyük bir Müslüman'dan rızasını esirgemesin. Amin!

İlahiyatlara TİB Şeysi

Başlıkta dün Twitter'da hashtag yapılmış bir konuyla istihza ediyor gibiyim. Ancak istihza etmiyorum. Bıyık altından güldüğüm söylenebilir belki, bir nebze... Ancak katiyyen istihza etmiyorum. Peki nereden çıktı bu ilahiyatlara TİB şeysi?

YÖK'ün tepeden inmeci bir anlayışla (şanına yakışır şekilde) İlahiyat Fakülteleri'nin müfredatına müdahale etmesi sonucu bir iki sene evvel başlayan bir tartışma tekrar hortladı. O zaman ki tartışmaya ucundan kıyısından ufak da olsa dahil olmuştum. Aciz kardeşiniz bir avukatın yanında, mesleği bir de usta-çırak ilişkisi ile öğreneyim okul bitmeden gayesiyle çalışırken bir ilahiyat hocasından telefon almıştım. Kendisi ilgili YÖK kararına nasıl itiraz edebileceğini danışıyordu. Ancak bir şeyi unutmuştu o hoca. YÖK'ün Felsefe derslerinin sayısını azaltan kararına itiraz için istişare maksadıyla aradığı genç adam o tarihten bir iki sene evvel bir öğrenci evinde kendisini ilzam ettiği için yine kendisi tarafından sarfedilen "Sen sanki şu an Gazali'nin rahlesinin önünden kalkmış gelmiş gibi konuşuyorsun. Sözlerin, aldığın hukuk eğitimine tamamen zıt. 9. yüzyılda yaşıyorsun." sözlerinin hedefi olmuştu. Açıkçası o, bu sözleri hakaret vari sarfetmesine rağmen ben iltifat olarak almıştım. Bu hortlayan tartışma tekrardan beni o günlere götürdü. Benim fikirlerimde henüz bir değişme yok. Halen Gazali'nin rahle-i tedrisine oturma şansım olsa varımı yoğumu feda etmeyi göze alabilecek bir haldeyim. Bu yazıyı size 9. yüzıldan yazıyorum yani. Fakat o gün o hocaya yardımcı olmuş ve karara itirazın usulü noktasında bildiklerimi anlatmıştım. Daha detaylı bilgi için ise çalıştığım ofise davet etmiş ve avukat bey ile görüşmesini tavsiye etmiştim. Bu gün olsa yapar mıyım? Asla yapmam. Peki İlahiyatlarda TİB şeysine destek oduğum için mi? Elbette değil. O halde nedenini şöyle izah edeyim:

1-) İlahiyat fakülteleri ya da İmam - Hatip liseleri bizatihi devletin tesis ettiği kurumlardır. Maksatları İslami İlimler'in gelişip ilerlemesi, dünyaya söz söyleyecek konumda Müslüman ilim adamlarının yetişmesi değildir. Metodolojik açıdan mevcut kültürü incelemek, anlamak, tahlil etmek ve arkeolojisini yapmaktır. Ortaya çıkan arkeolojik verilerin siyasi bağlamda kullanılabilir olması da önemlidir elbette. İlahiyat fakültelerinden ne din alimi, ne din tenkidçisi yetişmez. Bu her iki -zıt- vasfa sahip kişi tipolojisi ancak ve ancak klasik İslami eğitim yöntemiyle yetişir. Baştaki iki kurumdan ise dini ilimler arkeoloğu yetişir.

Bunun böyle olması çok normaldir. Çünkü Türklerin dünyaya söz söyleme geleneği bellidir. Bir Türk dünyaya bir söz söyleyecekse bu ancak devlet kanalıyla gerçekleşebilir. Bugün yaşadığımız Türkiye vasatında ise böyle bir şey söz konusu değildir. Gerek modern, post-modern düşünceyi referans alsın gerek klasik İslami ilimler zemininden hareketle konuşmaya başlasın bu kurumların yetiştirdiği ve tirt verdiği herkes dibine kadar moderndir ve (dini ilimlere bakış açısı anlamında) modernisttir. Kimisi modern İslam düşüncesinden hareketle sayın Prof. Dr. Mehmet Aydın hocamız gibi Dinler Arası Diyalog faaliyetleri konusundaki devlet tavrını İslami bir zemine çekmeye çalışır. Kimisi de sayın Prof. Dr. Hayrettin Karaman hocamız gibi devletin özel kişilerle olan para akışının rüşvet, kayırma maksatlı olmadığını klasik fıkıh literatürümüz üzerinden tanımlamaya çalışır. Ama gördüğünüz gibi meseleler, bakış açıları, varılan sonuçlar, özneler tamamiyle moderndir. Klasiği ilgilendiren bir durum söz konusu değildir. Devlet yatırım yaptığı kurumlardan zamanı gelince hizmet bekliyordur. Bu da yadırganacak bir husus değil elbette. Özetle bu tartışmada Müslümanların eğitim politikalarını (varsa, olacaksa) ilgilendiren bir taraf yoktur, olmamalıdır.  

Zira İlahiyatlarda Temel İslami Bilimler (İslami, bilim.. Arızaya gel.) ders sayısı arttırılsa da, felsefe grubu dersleri zorunlu yapılsa da tartışılması, gündeme alınması gereken bir mevzu yoktur ortada.

2-) Farz edelim ki benim birinci madde de zikrettiklerim külliyen yanlış. Devletin eğitim politikaları bizatihi bizim de içinde aktif olarak bulunmamız gereken bir tartışam olsun.  O halde İlahiyatlara yönelik gettocu anlayışımız da ayrı bir arızaya sebeb verir. İlahiyat fakültelerinde okuyan çocuklar Müslümanların gelceği, diğer çocuklarımız kimin geleceği? Süleyman Demirel'in de dediği gibi; İnönü paşa çocuğu, Ecevit işçi çocuğu... Ya biz? Mesela bu gayretkeş ağabeylerimiz İlahiyat fakültelerinin mevcut kontenjanının neredeyse 10 katı sayıda, İslami duyarlılığı olan gençlerimizin akademik eğitimi için ilgili alanların İslami duyarlılığı olan hocalarıyla ne sıklıkta görüşüyorlar? Müfredatın, okuma planlarının eleştirel bir tavırla sahanın uzmanları tarafından ele alınması, İslami ilimler süzgecinden geçirilmesi ve bu duyarlılığa sahip hocaların nispeten ağırlıkta olduğu üniverstelerde farklı bir eğitim üslubunun ve usulünün tartışılması gerekmez mi? Ne için İlahiyat fakülteleri devlet tarafından Müslüman eğitimine ayrılmış müstakil bir saha olarak algılanıyor? Ortada ilginç bir çelişki olduğu hakikat.

3-) Temel İslami Bilimler dersleri arttırılınca sorun çözülmüş mü oluyor? Bu tartışmanın bir tarafında olan hocaların karşı çıktığı, reddiye yaptığı ve Müslümanların çocuklarını ifsad ediyorsunuz diye serzenişte bulunduğu hocaların kahir ekseriyetinin Kelam-Felsefe alanında değil de TİB alanında olması işi daha da komik duruma düşürüyor.

4-) Türkiye'de yapılan hiçbir tartışmanın zemini doğru olmadığı gibi, buradaki tartışmanın da zemini yanlış. Kelam-Felsefe derslerinin azaltılıp yerine TİB derslerinin arttırılmasını savunan taraf veya bu kampın karşısında konumlanan güruh meseleyi aslından uzaklaştırma noktasında oldukça maharetli. TİB tarafı bunu din alimi yetiştirme noktasında önemli bir adım olarak görürken diğer taraf İlahiyatlara "skolastik" düşünce biçiminin empoze edildiğini savunuyor. Skolastiğin anlamını sorsan PVC boru markası zannedecek, o ayrı konu. Bir de müptezelce verilen örnekler var ki sormayın gitsin. TİB tarafından bir arkadaşın attığı "Zahid Kevseriler'in, Mustafa Sabriler'in ikimine girmek için #İlahiyataDahaFazlaTİB" twiti beni benden alan cümlelerdendir mesela. Bak sen bak, adamın bakış açısına gel. Hayır bu herif utanmadan Zahid Kevseri diyebiliyor ya ben ona yanıyorum. Senin hadis ilimlerini kelamsız, felsefesiz okuyan arkadaşın mı Zahid Kevseri'nin iklimine girecek. Sen bu kafayla ancak "Ümmeti Putperestliğin Davetçilerinden Sakındırmak" makalesinde eleştiri konusu olursun abim. Hakeza diğer taraftan da "Cübbeli Ahmet Hocalar değil Mümin Marks'lar istiyoruz" serzenişi... İşte sen de tam olarak bu sebeple felsefe okumamalısın ve sen bu kadar gavurun bokunda boncuk aramaya meraklı olduğun için çıkıyor bu tartışmalar benim güzel kardeşim. Hasılı kayıkçı kavgası, kör döğüşü ve bu ne yaman çelişki anne.

5-) Felsefe-Kelam okumanın gerekliliğine gelince. Bunun vucubiyetini hatta farzı kifayeliğini tartışmanın hiçbir anlamı yok. Ancak Felsefe-Kelam hatta tüm İslami ilimleri tahsil etmeden önce düşüncenin müstakim kılınması adına okunması gereken Mantık ilimlerinden söz açan yok. Nasip oldu bir hocaefendi ile mantık mütalaa etmeye başladık. Bu sebeple okuduğumuz kitap olan Tahriru'l Kavaid ve müellifi üzerine, İsam İlahiyat Makaleler veri tabanından ve YÖK Ulusal Tez Merkezi'nden yaptığım Kutbuddin/Kutbüddin/Kutbeddin er-Razi aramalarımda çıkan makale ve tezlerin sayısı 10'u aşmıyordu. Mantıkla ilgili olanların sayısı ise üç ya da dörttü. Siyelkuti(Siyâlkûtî, Siyalkuti), Dusuki(Desuki, Düsûkî, Desûkî), Şirbini vs. aramalarım ise tamamen fiyaskoydu. Evet adını yazdığım alimlerin mantık kitapları mütalaa edilmeden, bu eserler adeta şurup gibi içilmeden bir talebenin medreseden mezun olması söz konusu bile olmazdı. İslami İlimler'i anlamak, yaygınlaştırmak için kendilerini paralayan abilerimiz klasik bir molla tipinin (örneğin Halil Gönenç hocamız) 12-13 yaşında hallettiği bu ilimler olmadan nasıl Kevserilerin iklimine girmeyi düşünüyor.? Cübbeli Ahmet değil Mümin Marks isteyen diğer kardeşim sağlam bir mantık olmadan Leibniz'i, Spinoza'yı nasıl okumayı planlıyor? Kuantum kozmoloji denen hıyarlığın, mantığın ve dolayısıyla sosyolojinin, hukukun, tarihin ağzına ettiği bir devirde "İlm-i Mantık"ı müdafaa etmenin tek geçer yol olduğunu ne zaman fark edeceğiz?

Yukarıda saydığım 5 sebep ve şu an zihnimi toparlayamadığım nice sebeplerden dolayı, İlahiyat Fakülteleri'nn kütüphanelerinde çalışmayı çok zevkli sayan, mebzul miktarda ilahiyatçı arkadaşı olan, muvaffak olamayacağının farkında olsa da İslami İlimler'e sevdalı olan bir kardeşiniz olarak bu tartışma beni hiç ilgilendirmiyor. İstirhamım sizi de ilgilendirmesin. 18-30 yaş arasındaki genç insanları proje olarak gören zihniyetin önümüze koyduğu probemlerden kendi meselemize hicret edelim.

Bu tartışmaların kıyısına köşesine dahi gençlerin fikirlerini yaklaştırmayan, yaş ortalaması 45-50 olan zevat, internet üzerinden imza kampanyaları için gençleri örgütlüyorsa biz bu işte olmayalım arkadaş.

Arkadaşlarım, neslim, yaşıtlarım, kardeşlerim, çay içtiğim adamlar... Bu samimiyetsizliği görün. Meselelerinize dönün. Siz Rasulullah'tan başkasının projesi olamazsınız. Ki o da sizi proje olarak görmemiş, size "beşeri olarak" kendi ile aynı kıymeti vermişti. Sizi kendisine inen şeriata muhatap kılmıştı. Size kardeşlerim demişti. Kardeş kardeşi proje olarak görür mü?

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Sana Bana Ve Ülkemin Akademiklerine Dair - 1



Yukarıdaki ekran görüntüsünü siz değerli okuyucular için bir tezden aldım. Kırmızı çizgileri de yine siz değerli okuyucular için ellerimle paint nam programda çizdim. Şimdi gelelim yeni neslin screenshot dediği bu nesneyi neden önünüze koyduğuma:

"İbn Kemal'in Sünnilik Anlayışı" isimli tezin ilk sayfalarında rastladığım bu manzara tezi okumaya devam edip etmemem konusunda beni ciddi bir ikileme düşürdü. Nedendir bilmem, ne zaman bir tez açsam eninde sonunda böyle arızalarla karşılaşıyorum. Ya benim karşıma henüz "vay be, tez gibi tez" diyeceğim tarzda bir çalışma çıkmadı ya da memleketimizde adam gibi çalışmalara pek rastlanmıyor.
Öncelikle İmam Birgivi'nin selefilikle örtüşmesi meselesine kısaca değinelim. Akademik arkadaşımızın ve benzerlerinin bilmesi gereken öncelikli bilgi şudur ki; tasavvuf karşıtlığı ya da Birgivi özelinde değerlendirecek olursak sufilerin tarikatlar yoluyla sosyal hayatta belirgin bir sınıf oluşturduktan sonra geliştirdikleri bir kısım kavram, kurum ve teorilere olan karşıtlık selefilik değildir.

Selefilik dediğimiz şey [1] bizatihi nasların anlaşılmasıyla ilgili bir problemdir ki gerek İmam Birgivi'nin gerekse yine Birgivi gibi selefi geleneğe(!) izafe edilmekten ötürü kendisi üzerine sahih bir tartışma-inceleme zeminini neredeyse kaybettiğimiz Kadızadeliler ekolünün akideye dair eserlerini incelediğimizde ne İbn Teymiyye'de ne de devamcısı bir kaç kişide gördüğümüz arızaları göremeyiz. Kurumsal tasavvufi yapıların bir kısmına karşı olmak veya dönemin ulemasından bir kısmının fetva tercihlerine yine aynı ekolün usul-ü fıkıh anlayışına dayanarak karşı çıkmak selefi gelenekle örtüşmeye yeter bir tutum sayılacaksa meşrebimize göre İbn Kemal'den Mustafa Sabri Efendi'ye kadar bir çok Osmanlı alimini ve hatta Birgivi'nin en sorunlu olduğu şahsı yani Ebussuud Efendiyi de selefi gelenek ile örtüşmüş sayabiliriz. İmam Birgivi gerek klasik gerek modern olsun tüm terâcim ve tabâkat yazarlarının ittifakı ile amelde Hanefi itikadda Maturudî çizgiyi temsil etmektedir. İtirazları da yine bu ekollerin veya başka klasik sünni ekollerin anlayışları içerisindeki noktalardan hareketle yapılmış itirazlardır. Ancak isimlerinin başlarında ziyadesiyle şatafatlı harfler taşıyan adamların dahi peşinen savunduğu bu tip yargılar anlaşılan o ki akademimizde kırılması gereken bir put olarak halen bütün ihtişamıyla ayaktadır.

Hemen ardından Molla Kâbız'ın tasavvufi gelenekte olan etkisine geliyoruz. Öncelikle düzeltilmesi gereken hata Molla Kâbız lafzının imlasıdır. Kabız kelimesi malum olduğu üzere Türkçe'de "büyük pisliğin vücuttan atılmasında zorlanma" olarak tarif edebileceğimiz tıbbi bir rahatsızlık durumudur. Özellikle eski harflere aşina olmayan okuyucuların "bir şeyi eliyle tutan, kavrayan" anlamındaki bu kelimeyi masdar ifadesinin mecaz anlamıyla dilimize geçen, tarifini verdiğimiz ve "kabız" imlasıyla yazılan hastalık olarak anlamaması için, Kâbız kelimesini ya şapkayla ya da TDVİA'nin tercihi olan harfin üzerine kısa çizgi koyarak yazmak gerekir.

Mevzunun şeklini düzelttiğimize göre muhtevasına da temas edelim. Molla Kâbız anladığımız kadarıyla en azından ilminin mühim bir kısmını Osmanlı medreselerinde ikmal eden, İran kökenli bir molladır. Kaynaklar kendisinin tasavvuf mesleğine müntesip bulunduğuna değinmez. Bilakis onun meşhur olup dönemine damga vurması tasavvufi yöntemden ziyade usul-ü fıkıh, kelam ve cedel ilimlerinin yöntemlerini kullanarak Hz. İsa'nın (a.s.) Hz. Muhammed'den (s.a.v.) ve Kur'an'ın İncil'den üstün olduğunu ispata kalkışmasıdır. Molla Kâbız bir dereceye kadar bu iddiasını ispatta başarı elde ettiyse de İbn Kemal'in kendisini ilzâm etmesi sonucu idama mahkum olmuştur. Hakkında şehir efsanesi diye nitelendirebileceğimiz malumatlar olan ve genelde şehir efsanesi yaratmaya meraklı oryantalistler tarafından anlatılan Molla Kâbız'ın gerçekte kim olduğu ve neler düşündüğü aydınlatilabilmiş değildir. Arşivlerde izine rastlanmayan Hûbmesihî geleneğin kurucusu kabul edilen bu zatın tasavvufta etkin olması iddiası temellendirilebilecek bir iddia değildir. Bilakis Osmanlı coğrafyasındaki tasavvuf ekollerinin hakikat-i Muhammediyye, aşk-ı nebî, fahr-i kainat vb. kavramlar etrafında ortaya koydukları literatür bırakın Hz. İsa'yı herhangi bir masum(melek vb.) yaratılmışı dahi Hz. Muhammed'in seviyesine koymamakta ve O'nun, yaratılmışların en üstünü olduğunu savunmaktadır. Ancak Molla Kâbız yerine İsmail Mâşukî tercih edilse bu söz bir nebze doğruyu ifade etmiş olurdu.

Son olarak altını çizmediğim bir arızaya daha temas edip yazıyı hitama erdirelim. Kınalızade Ali'nin ahlaki geleneği temsil etmesi iddiası ilk elden sanki gayr-ı ahlaki bir geleneğimiz daha olduğu intibaını uyandırmaktadır. Bunun yerine ahlaka ve edebe dair literatür gibi lafızlar ya da daha beliğ ifadeler kullanılsa böyle yanlış anlaşılmaların önüne geçilmiş ve küçük pürüzler giderilmiş olurdu. En nihayetinde seci uğruna muhtevayı katletmemek gerek.

________________________________________
[1] Bahsettiğim şey İbn Teymiyye, İbn Kayyım el-Cevziyye ve -her ne kadar daha yakın bir zamanda yaşasa da klasik alim tipi içerisinde sayabileceğimiz -Şevkâni gibi müelliflerin tarihi bir dayanak mesabesinde kullanılıp oryantalist çalışmaların da örtülü desteği ile siyasallaştırılan 17. yüzyıl sonrası Selefiliği ya da daha isabetli bir adlandırmayla Vehhabilik değildir. Bilakis nasları tevil etmeme, tevhid sistematiğinde cumhura muhalif bir yol izleme ve selef-i salihinden nakledilen bazı sözleri kuru anlamıyla kabul etme olarak kabaca tarif edebileceğimiz ve yukarıdaki müelliflerin bulunduğu itikadi ve fıkhi çizgidir.

23 Temmuz 2015 Perşembe

İsmail Kılıçarslan Yeşilçam’da mı Yaşıyor?



Cevabı hayır! Bildiğim kadarıyla Üsküdar’da yaşıyor. Zaten Yeşilçam denen muhit çok da aile ile yaşamaya müsait değil. Ancak İsmail Kılıçarslan’ın gündelik köşe yazılarında çizdiği mutlak iyi ve mutlak kötü insan portreleri ancak Yeşilçam ustalarından birinin elinden çıkabilecek işler gibi duruyor. Kılıçarslan Yeni Şafak’taki köşesinden bizlere mükemmel melodram örnekleri sunuyor. Mücahit İHH’cılar, alçak Fethullahçılar, sersem AKP gençlik kolları, anlayışsız milli görüşçüler, kültürden sanattan anlamayan devlet adamları, duygu yüklü Suriyeli mülteciler, canavar Esatçılar[i] vs. vs. En son iki yazısında da yine böyle mutlak iyi mutlak kötü sınıflandırmasını şak diye önümüze koydu Kılıçarslan. Ve bunu bize “sosyoloji işte abicim” diye dayatıverdi. Neşeli dindar kızlar, mutsuz İslamcı erkekler…



Twitter ve Facebook kullanmadığım, yoğunluktan köşe yazısı da takip edemediğim için biraz geç gördüm İsmail abinin yazısını. Arkadaşlar whatsapp grubundan attılar yazıyı ve biraz kızmışlardı. Sonra ben de onlara “üzerinize alınmayın hiçbiriniz dar kot ve badi kombiniyle sokakta gezmiyorsunuz” dedim. Onlar da “doğru söylüyorsun, bize ne” dediler. Birinci yazıyı bu şekilde atlattık. Ancak ikinci yazıda biraz ben de “ayar oldum” açıkçası. Zaten arkadaşlarımıza, sokağımıza tetabuk etmeyen yazısını bir de “Ehehehhe, ne iyi ettim. Küfür müfür yedik ama boş ver iyi oldu ehehehhe” diye savunuyordu İsmail abi. Yani durumun vahameti gitgide artıyordu anlayacağınız.



Gelelim yazının sokağımıza, öğrenci evlerimize, arkadaşlarımıza uymayan, dar gelen tarafına. Bir kere bahsettiği mutsuz oğlanları ve cici kızları gerek yaş, gerek sosyal çevre itibariyle Kılıçarslan’dan daha iyi tanıdığımı söyleyebilirim. Bizim insanımız işte, bizim çocuklar… Hepimizin her gün muhatap olduğu tiplerden bahsediyordu İsmail abi. Yaşımızın yakınlığı dolayısıyla arkadaş olduğumuz, muhabbetini dinlediğimiz ve daha yakından tanıdığımız kızlar ve erkeklerden… Ortaya koyduğu resmin bir tarafında hiçbir dünyevi kaygıyı sallamayan, uhrevi bir neş’e içinde feracesine bürünüp o kermes senin, bu okuma grubu benim gezen, yaşam tarzı olarak dindarlığı benimsemiş ve kılı kırk yararcasına bu yaşam tarzına riayet ederek yaşayan genç hanımlar, öbür tarafında ise cuğara üstüne cuğara deviren, iskemlelerde höldür höldür gülerken Türkiye’ye şeriatı getiren, üst üste iki ezan okunmasına rağmen camiye gitmeyen İslamcı oğlanlar vardı. Ha bir de bu ikinci grubun karı kız kıyafeti muhabbeti vardı ki onu da es geçmeyelim.




Bu “sosyolojik tespitlerine”(!) biraz tepki alan Kılıçarslan ikinci yazısında neşeli dindar oğlanlardan ve modacı, lüks kafeci kızlardan da bahsetmişti. (Normalde neşeli dindar oğlan mutsuz İslamcı kız olması gerekirdi ama İslamcı kadın olamaz. Eşyanın tabiatına aykırı.)[ii] Herhalde özür mahiyetinde yaptı bunu. Ancak üslup ve tavrından “Dur Allah aşkına Sebastian” geyiği de sezilmiyor değildi. İbn Arabi-İbn Teymiyye kavgasına gecelerini harcayan Yakup, Mısır eylemlerine adam toplamak için beş parça olan Safa, burs parasını mültecilere harcayan Mücahit bi durmalıydı. Abileri tespit yapıyordu çünkü. Arada gömülüvermişlerse nolmuştu.




İsmail abinin bahsettiği arkadaşları şahsen tanımıyorum.[iii] Ancak ne birinci yazıda bahsettiği gibi mutlak anlamda bi boktan anlamayan, işi gücü ancak laf çevirme, iskemlelerde karı kız muhabbeti yapmak olan mutsuz İslamcı arkadaşlar var. Ne de dini bir neş’e içerisinde her türlü kaygı ve hevesten ari, ümmetin sorumluluğuna odaklanmış hanım kızlar… Yok abi böyle bir dünya. O kermes kermes gezen kızlarımızın da benzer problemleri var. Moda merakları var, birçoğunun erkek arkadaşı var, onların içinde de saçma sapan fikirlere sahip olan, adam gibi kitap okumayan tipler var. Evet abi, çayın yanına gömdüğün yaprak dolmasını saran o kız var ya, ondan bahsediyorum. Hakeza At Pazarı’nda, Duvar Dibi’nde, Palmiye’de oturup, paket paket sigara içip, ucundan karı kız muhabbeti de yapıp ertesi sabah Moritanya’ya, Pakistan’a ve adını duymadığım yerlere giden arkadaşlar da var. Ya daha geçen gün yanımdan kalktı gitti adam.




Hiçbirimiz mutlak olarak neşeli ya da mutsuz, iyi ya da kötü değiliz abi. Bizim arkadaşlarımız, hatasıyla sevabıyla bu ümmetin çocukları senin çizdiğin dar kalıplara girecek ölçüde değiller. Bu satırları kızlara olan öfkemden, erkekleri savunma içgüdümden falan yazmıyorum. Gerçekten dediğin gibi, iyi okuyan, iyi yaşayan kızlar ve saçma sapan suni kaygılarla kaybolup giden delikanlılar var. Ama senin çizdiğin sınırların içinde ve dışında da bunlardan mebzul miktarda var ve hem de her iki cinsiyetten. “E ben de aynı şeyleri diyorum abicim” diyebilirsin. Ancak aynı şeyleri söylemiyoruz abi. Şöyle anlatayım, ikinci yazında neşeli dindar kızların içine dahil etmediğin “lükse düşkün, romantizmle hayat geçiren, yapacağı kombini her şeyden çok önemseyen” kız tipi var ya işte bu tipten senin neşeli dindar kızlarında da oldukça fazla örnek var.




Ve o Yakupların, Mücahitlerin arkadaşı olan, onlarla aynı masaya oturan ve aynı işleri yapan arkadaşların içinde yani istisna tuttuğun gençlerin içinde “mutsuz İslamcı delikanlı” diye tanımladığın çocuklar var.


Bu kalıpların bizim sokağımıza, bizim evlerimize uymuyor abi. O istisna, bu müstesna derken biçtiğin gömlek, dikiş yerlerinden patlıyor, oturmuyor bedenlerimize.




Bir kere senin bu denli yargılayıcı bir tavırla bizim arkadaşlarımız hakkında tespit yapmaya ne hakkın var? Yok kızlar bilmem neymiş, yok oğlanlar bilmem ne… Anlıyorum. O köşeyi yazmak zorundasın. Çok para almadığını da biliyorum, para için yapmadığını da. Hoşuna gidiyor yazmak, belki de sorumluluk hissediyorsun ama abi Allah aşkına, senin bizim çocuklarımıza “trene bakma ehehhehe” diyerek bin yıllık modası geçmiş muhabbetlerle öküz demeye ne hakkın var? Bu çocuklar öküzse “insaf et Anna gidelim buralardan” saçmalıklarıyla, “saçlarını taramanın başka yolu varsa bil ki biz yaparız bu devrimi” müptezellikleriyle, Meksika Sınırı gibi samandan, ottan, çöpten şeyleri bu çocukların önüne koyanların hiç mi suçu yok?




Senin yaptığın sosyoloji falan değil abi. Yptığın şey oturduğun kültür merkezi koltuğundan, sana incitici sorular soran çocuklara biraz ders verirken, yaprak sarması getiren cici kızlara da inceden bir teşekkür etmek. Kitap okuyor, dünyayı keşfediyor dediğin kızlar neredeyse lahmacuncu açılışına bile götüreceğiniz Nuri Pakdil okuyorlar abi. Nuri Pakdil okumak demek ciddi bir meseleyi ele almamak demektir. Saman alevi gibi şeyler bunlar. Yarattığın melodramın buralarda hiçbir karşılığı yok.


Hem ne diyordu Pierre Bourdieu: “O yaptığın sosyoloji değildir bizim oğlan. Sosyoloji olsa duramazsın.”




[i] Ben de biliyorum canısı. Doğrusu Esed (بَشَّارُ الأَسَد) ama böylesi hoşuma gidiyor.


[ii] Şaka yaptım Sümeyye. Dur bi Allah’ını seversen.


[iii] Safa eğer o Safa ise onu tanıyorum. İyi bir arkadaş.

27 Mayıs 2015 Çarşamba

Âh û Vâh! Bu Bir Nureddin Yıldız Yazısıdır


27 Nisan sabahı bir kardeşim bana internet üzerinden, kıymetli Nureddin Yıldız hocamızın Fetva Meclisi isimli web sitesinde kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevabı gönderdi.[i] Soru İbn Teymiyye hakkındaydı. Soruyu soran kişi Nureddin hocanın İbn Teymiyye hakkındaki orta yolcu tavrı hoşuna gitse de Ebubekir Sifil hocanın İbn Teymiyye hakkında söylediklerini bir vesileyle dinlemiş bulunduğunu söylüyor ve kendi ifadesiyle; “imanî bir konuda kalbimize gelen vesveselere bir son vermek” istediği için İbn Teymiyye’nin belli başlı konulardaki iddialarını değerlendirmesini Nureddin hocadan rica ediyordu.

İbn Teymiyye’ye atfedilen görüşler şunlardı: (Ki bunlar ve daha da beterleri hakikaten İbn Teymiyye’nin görüşleridir.)

1. Cennet ve cehennemin veya birinin sonlu olması

2. Allah’ın yarattığı bir mahlukun ezeli olması

3. Allah’ın Arşa istiva etmesi sonucunda zatının kütlesinin Arştan taşmaması şeklinde bir niteleme, dolayısıyla zatının kütlesinin de bir sınırı olduğu düşüncesi

Nureddin hocanın cevabı ise sorudaki iddiaları ilmi açıdan ele alıp görüşünü ortaya koymak yerine çok sıcak bir üslüpla “ya, bırakın abicim böyle şeyleri” söylemi etrafında dolaşıyordu. Hiç şüphesiz hoca meseleleri ilmi açıdan ele alsaydı, sonuçta İbn Teymiyye’ye hak verse dahi ben böyle bir yazı yazmaya girişmezdim. Çünkü ilim noktasında, ilmiyle maruf bir hoca efendiye itiraz edecek kadar hadsiz değilim. Ki zaten ulemamız bu fitnelere gereken cevabı vermiştir. Belki ismimizi geçirmeden sadece o cevapların yayınlanması noktasında gayret gösterirdim. Ancak meseleler duygusal tepkiler, bir kısım akli çıkarımlar ve sübjektif tarih okuması üzerinden ele alınınca, “نحن رجال و هم رجال” [ii] diyerek bir iki kelam karalamak istedim. Umarım Nureddin hocam ve onun gibi düşünenler, birkaç düşünce serdetmeyi bu kardeşlerine çok görmezler.

Gelelim hocanın değerlendirmelerine…

“… Sorunuza cevap vermeyeceğim/veremeyeceğim. Bunun için lütfen kusura kalmayın. İmanların ve bedenlerin can çekiştiği bir zamanda, Rabbimin benim yazılarımdakileri önüme çıkardığında bu konuları da irdelediğimi görmesini istemem, akıbetim açısından korkarım da böyle bir şeyden.”
Bu konularda yazmanın, akıbeti açısından korkulacak bir şey olduğunu söylüyor hoca efendi. Kendisiyle gerek biz gerek bu konularda yazan ulema aynı dine mensub olduğumuz için biz neden böyle şeyleri konuşmaktan çekinmiyoruz yahut eski âlimler neden çekinmemişler? Cümlesinin başında “imanların ve bedenlerin can çekiştiği bir zamanda” kaydını koyması ilk etapta bunu açıklar gibi görünse de, İslam tarihine bir göz attığımızda ümmetin âlimlerinin bu meseleleri “imanların ve bedenlerin can çekiştiği” başka zamanlarda da tartıştığına şahit oluruz. Acaba bu konularda yazan çizen binlerce âlim akıbeti noktasında umursamaz ve cesur muydular? Hiç şüphesiz bu cümleden böyle bir mana çıkartmak Nureddin Yıldız hocanın maksadının aksine olacaktır. Ancak bazılarınca böyle anlaşılacağı ve Nureddin Yıldız referansı ile, kelam ilmiyle meşgul olanların zan altında bırakılacağı eski tecrübelerimizin de bize öğrettikleriyle akla çok uzak gözükmüyor.

“Bir kardeşiniz olarak size kendi üzerimden örnekleme yaparak bir hakikati yazmak isterim. Rabbimin lütfu ile babam beni dört yaşında iken Kur’an rahlesine oturttu. Yıl 1964 ocak ayı idi. Bugün 2015 yılının mayıs ayındayız. Yarım asırdan bir yıl da fazla oldu. O gün bugündür elhamdülillah Kur’an rahlesinde öğrenmeye devam ediyorum. Ne olmalı idim ve ne oldum, onu değerlendirme hakkına sahip değildim. Maazallah bir şeyler oldum da demem kat’iyyen. Ama gördüğünüz gibi yarım asırdır öğrenmeye çalışıyorum. Bu yarım asır zaman zarfında sizin şu üç sorunuzdan hiç biri ile karşılaşmadım. Öğrenme ihtiyacı hissetmedim. Onlar veya benzerleri sorulduğunda duymak istemedim ve bir kaybım olmadı. Bugün siz, çaresiz bir şekilde bu sorulara cevap arıyorken beni buldunuz. Sizden önce belki de yüzbinlerce insan bu soruların cevabı için ömür bitirdi ama hiç biri kendinden başkasını tatmin edemedi. Ya da kendine göre muhteşem cevaplar bulduğunu zannedenler sadece o cevabın aksini iddia edenlerin beyinlerinde daha derin çukurlar açılmasına neden oldular. “

Bu beyanların özellikle son birkaç cümlesi beni dehşete düşürmeye yetti de arttı bile. Ne demek bizden önceki yüz binlerce insan bu soruların cevabı için ömür bitirdi ama hiç biri kendinden başkasını tatmin edemedi? Burada kastedilen şey akâid ve kelam imamlarının batıla verdiği cevaplarla kendilerinden başkalarını ikna edemediği ise bu çok komik bir iddiadır. Ümmetin âlimleri kelam ilmi vasıtasıyla Kur’an ve sünneti referans alarak zihinleri batıl tarafından iğdiş edilmeye çalışılan nice Müslümanı küfrün karanlığından sünnetin aydınlığına çıkarmışlardır.

Allah’a eksiklik iddia eden akılsız akılcı ekolün imamlarına karşı cihad bayrağını dalgalandıran Eş’arî’yi,
Kur’an’ın harf ve sesler dışında mana olarak da yaratılmış olduğunu kırbaç altında bile reddeden İmam Ahmed’i, din-i İlahi fitnesine karşı hapsi işkenceyi göze alan İmam Rabbani’yi, Allah camiye karışsın çarşıya karışmasın diyenlere karşı mücadelesinde yurdundan hicreti göze alan, gittiği Mısır’da da gerek Kur’an’ı masal diye niteleyen heva ve heves ehline, gerek laiklere, gerek Haşeviyye’ye karşı izzetle hakkı haykıran Kevseri’yi nasıl görmezden geleceğiz? Yoksa, bunlar da amma boş işlerle uğraşmışlar mı diyeceğiz?

Belki de hocam, bunları önemli meseleler olarak görüyor ve bu âlimlerin çabasını takdir ediyordur. Ancak bilmesi gerekir ve eminim biliyordur ki, gerek bu saydıklarım gerekse misli olan nice âlim Allah’a el ayak isnad eden, onu bir mekân ile kayıtlayan ve – haşa – arşa oturunca arşı çatırdatan bir nitelik atfedenleri de diğerleriyle aynı kefeye koymuşlardır. Müşriklerin, Yahudilerin ve Hıristiyanların ve onların her girdiği deliğe giren ehl-i bidatın antropomorfik tanrı inancından âlemlerin rabbi olan Allah’a sığınırız.

“…2- Sizin dile getirdiğiniz bu üç sorunun hiç biri konusunda, yüz yirmi bin sahâbîden tek biri dahi bir soru sormamış, araştırma yapmamıştır. Böyle bir bilgi bize ulaşmamıştır.
3- Ashab-ı kiramın bu konularda sorularının olmaması, dine ve akideye ilgisizliklerinden olduğunu herhâlde hiçbir mü’min söyleyemez. Aksine dine ilgileri ve İslam’ı, mamur olan bütün dünyaya yayma gayretleri bu ve benzeri sorulara dalmalarına vakit bırakmamıştır. Bu durumu kendimize kıyas ederek tefekkür edebilecek alan açacağımızı umuyorum.
4- Ashab-ı kiramdan sonra ise bu konulara ilgi artmıştır. Bu konulara ilginin arttığı zamanlarda ise, mü’minlerin dünyevileşme temayülleri de artmıştı. Medreselerde bu konular üzerinde geçirilen yıllar, işgal edilen Kudüs’ü, unutulan Endelüs’ü ezici bir acı olarak bağrımıza basmamızla da aynı tarihe rastlamaktadır. Bunu da tefekkür alanımıza alabiliriz zannederim.”


Burada da belli başlı hakikatler çarpıtılmaktadır. Öncelikle sahabenin bu konuları konuşmaması, onların bu konuları hiç akıllarına getirmediklerini değil, bilakis rasulullah efendimizle olan sohbetlerinden dolayı eli ayağı olan pis bir ilah tasavvurundan, her şeyden münezzeh subhan bir Allah’a imana doğru yükselebilmiş ve bu inancı sindirebilmiş olmalarını gösterir. Onlar cahiliyyede taptıkları şeyin de farkındaydılar, Allah rasulünün kendilerini davet ettiği “hayat verici” akidenin mahiyetinin de farkındaydılar.

Evet ashab-ı kiram böyle şeylere dalmadı, çünkü onların zamanında böyle şeyleri ancak müşrikler iddia edebiliyor, onlar da Kur’an’ın ve sünnetin nurlu izinde hem kendilerini muhafaza edip hem de başka insanları bu pis itikadlardan koruyabiliyorlardı.

Sahabenin mücadelesi salt ameli mücadele değildir. Onlar sadece faiz, zina, gıybet, yalan, işkence ve maddi zulüm insanların arasından kalksın diye çalışmadılar. Onlar bilakis Allah’a oğul, kız, yardımcı isnad edenlerle mücadele ettiler. Çünkü ne kadar fıtrata aykırı amel verse hepsinin kaynağı şüphesiz Allah’ın vasıflarında yanılmaktır.

Gerek Nureddin Yıldız hocamız, gerekse başka kardeşlerimiz bize, insanların faiz ve zina düşkünlüğünü, namazsızlığını ve birçok gayrı ahlaki tutumunu örnek göstererek, bu tartışmaların ne gereği var, insanlar ateşe gidiyor diyebilirler. İlk bakışta cezbedici gelen bu söylem her açıdan geleceğimizi tehlikeye atan bir söylemdir. Çünkü insanlar ne kadar iyi amel ederlerse etsinler Allah inançlarında ortaya çıkan arıza onların iyi amellerini kayanın üzerinde bir toz mesabesi kılacaktır.

Medreselerde bu konuların konuşulması ile yenilgiye uğramamız hem hilaf-ı hakikattir hem de ümmeti suizan altında bırakmaktır. Selçukluların Haçlılar’a kan kusturduğu dönemde, Gazali âlemin Allah’la birlikte ezeli olduğunu iddia edenlere karşı kalemiyle mücadele veriyordu. Kanuni’nin 300 Avrupa kalesinden haçı söküp, semada ezan-ı Muhammedi’yi ilya ettiği bir devirde Kemalpaşazade tehafüt meselesine faslu’l hitab koyuyordu. Bunlar bize zemmedilen Kelam ilminin değil, hocanın da referans aldığı tarih ilminin anlattıklarıdır. Sahifeler didik didik edilse ulemanın gerek küffarla gerek ehl-i bidat ile mücadelesini yazan daha nice örnek karşımıza çıkar.

“5- Benim gibi bir ilim talebesi veya sizin gibi dinini öğrenme heyecanı taşıyan bir mü’min bir kenara, şöhretleri asırları kuşatmış pek çok ilim adamı bu konularda yazmış ve konuşmuşlardır. Her iki taraftan da yazan çizen vardır. Her tartışmadan sonra yara derinleşmiş ama asla bir nebze diğer tarafı anlama veya ikna olma durumu oluşmamıştır. Bir tek ilim adamı çıkıp ta: ‘Ben yanlış düşünüyormuşum.’ dememiştir bugüne kadar.
Peki kim kazandı asırlarca süren bu tartışmalardan? Kim? Ümmetim! Hâli ortada ümmetimin.
O tartışanlar! Derinlere gömülüp giden, ciltlere sığmaz, birbirini cehenneme layık görmüş ilim adamlarının fotoğrafı! Başka ne kaldı geriye?
Bir de, keyifle bu süreci seyreden İblis!
On asırdır süren bu tartışmalardan başka ne kaldı? Bu soruya mü’min vicdanı ile cevap aramak zorunda değil miyiz güzel kardeşim benim? Kur’an okumaya ve onu okurken gözlerimizin rutubetlenmesine fırsatımız bile kalmadı.”


Yine tamamen duygusal tepkiler… “Bir tek ilim adamının çıkıp da ben yanlış düşünüyorum dememesi” meselesi bunlardan biridir. Ehl-i bid’ata verilen cevaplarda hitap iddia sahiplerine idiyse bile maksat gerek o zamanda yaşayan müminlerin imanına şüphe getirmemek gerek de gelecek nesiller için Allah resulünün getirdiği tertemiz itikadı muhafaza etmekti. Bu sebeple iddia sahiplerinin ikna olmaması ulemanın cehdini beyhude kılmaz. Kevseri belki Taha Hüseyin’i ikna edememiştir. Ancak bu gün Kur’an kıssalarının hikâye olduğuna iman etmeyenlerin önemli bir kısmı Kevseri’den ders almışlardır. O “ilim adamlarının fotoğrafı” derinlere gömülüp gitmiş de değildir, bu gün İslami ilimlere sahip çıkan kimselerin az olması onların kıymetini küçültmez. Şairin sözü ne güzeldir;

“Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr-u kıymetten”

“…Kütüphanemde on beş bin kalemden fazla kitabım var elhamdülillah. Bu konularla ilgili iki tane kitabım yoktur. Biiznillah olmayacaktır da. Kur’an var, tefsirleri var. Hadisle alakalı ne yazıldı, karalandı ise var biiznillah. Fıkıh ekmeğim gibi. Bu kitaplara ise koyacak yer bulamıyorum. Henüz Bakara suresini ezberleyememiş gençler görüyorum. Kur’an ezberine vakit bulamamışlar ama bu konularda tipik bir kelam âlimi kesilmişler. Yazık değil mi gençlere ve onların gelişmesini bekleyen bu ümmetin geleceğine yazık değil mi? İbni Teymiye’nin kemiği kalmadı dünyada ama yazdıklarını âyet zannedenler ona protez kemik üretmeye çalışıyorlar. Subkîler de gitti ama onların efkârı üzerinden İbni Teymiye’ye saldırmayı ibadet zannedenler yaşıyorlar. Ah ve ne ah!”

Bir konuda Nureddin Yıldız hoca ile ortak bir noktada buluşuyoruz. Elifi görse mertek zannedecek adamların Allah’ın sıfatları gibi mevzularda kalem oynatması ve çene çalması gerçekten rahatsız edici bir durum. Ancak yine burada da ehl-i sünnet ismiyle isimlenen âlimlerin ve davetçilerin insiyatif almaması, problemin önemli sebeplerinden birini teşkil etmektedir. Ümmetin tarihe gömdüğü bir sapkınlığı 18. yüzyılda İngilizler’in desteği ile dirilten kimselerin saçtığı bu fitneyi vahdet ve davet pratiği adına hoş görmek veya ses çıkarmamak bu günde başımıza bela olmaktadır, ileride de olmaya devam edecektir. İşte cihad bölgeleri… Bu fitnelerle kaynamaktadır. Elbette fitnenin tek kaynağı İbn Teymiyye gibilerinin sapkın görüşleri değildir. Hatta gavura bile isteye hizmet eden bazı kimseler bu sapkınlığı, münafıklıklarına bir perde olarak kullanmaktadır. Ancak bu cahiller sürüsüne aldanan bir yığın genç mezbahada doğranır gibi her gün ölüyor. Ümmetin âlimleri ne zaman insiyatif alacak. Ciddi bir itikad seferberliği ile bu tarz yapılara kurban edilen gençler kurtulabilir. Ümmetin enerjisi doğru yerlerle kanalize edilebilir. Hakiki bir cihadın bayrağının açılacağı güne kadar ümmet bu enerjisini toplayabilir.

Benzer bir fitne de Şia’nın hoş görülmesiydi. Ancak Suriye örneği bunun çok acı bir tecrübesi olarak bize geri döndü.

Türlü siyasi hesapları bir kenara bırakırsak, bu insanları Müslümanlara karşı harp ettiren husus ehl-i sünnet itikadının küçük görülmesidir. Çünkü ümmetin sevadu’l a’zamını oluşturan Maturudi ve Eş’ariler’e bidat ehl-i demek, selef-i salihinden sonra herkesin saptığını iddia etmek ve buna bir akide olarak sarılmak bu insanları bilemiştir. Onlar Allah’tan gelen dinin Maturudiler ve Eş’ariler eliyle saptırıldığına inanıyorlar ve her fırsatını bulduklarında da kendilerinden olmayan bu Müslümanlardan intikam alıyorlar. Nusret Cephesi denen grubun İmam Nevevi’nin kabrini patlatacak kadar ileri gitmesini başka ne açıklayabilir? Allah’ın sıfatlarında yanılan(!) bizler onlara göre Allah’ın dini önünde büyük bir engeliz. Bu fitneyi de başımıza salan hiç tartışmasız İbn Teymiyye’dir. İbn Teymiyye’nin yukarıdaki görüşlerine verilen ilmi cevaplar yaygınlaşıp da gençlerimiz sahih itikad üzerinde sabit olmadan bu fitnelerin kapısı kapanmayacaktır.

Bunlar itikadın pratiğe yansıdığının bariz örnekleridir. İtikad hiç de yabana atılacak bir mevzu değildir. Bu gün “aman canım bunları mı tartışacağız, insanlar ateşe gidiyor” bahanesiyle bu meseleleri normal gösterirsek ve bu pis inançlar neşv-ü nema bulursa, 100 yıl sonra insanların Kâbe’yi çıplak tavaf etmeyeceğinin garantisini kim verebilir? İbn Arabi’nin felsefi izahları bazılarını farzların lüzumsuzluğu zehabına sürüklediyse, Harranlı Şeyh’in ve talebesi İbn Zefil’in Allah’a insani vasıflar izafe etmeleri bir kısım kimseleri Mekke cahiliyesine geri döndürecektir.

Bir sıkıntılı ifade de hadis ve tefsir kitaplarında bu mevzuların olmadığının, hadis ve tefsir ulemasının bu meselelerle ilgilenmediğinin söylenmek istemesidir. Ancak biz muhalled tefsirlerimize baktığımızda bu meselelerin ulema tarafından sayfalarca tartışıldığını ve çözüme bağlandığını görmekteyiz. Zaten bu meselelerin ortaya atılmasında ana etken bir hadisten ya da bir ayetten çıkan yanlış anlamdır. Ancak Nureddin Yıldız hocanın tefsirlerde ve hadis kitaplarında bu mevzuların olmadığını ima etmesi akla “acaba hangi kitaplardan bahsediyor” sorusunu getirmektedir. Hiç şüphesiz bir kitap yoktur ki, ehl-i sünnet ulema tarafından kaleme alınsın, ayetleri tefsir, hadisleri şerh etsin ve bunların yanlış anlaşılması sonucu ortaya çıkan bidatlara cevap vermesin… Nureddin Yıldız hocamız bunları bizden daha iyi bilir. O halde söylediklerinden ne anlamalıyız? Anlayabilen bana da izah etsin.

Subkiler’in efkarı üzerinden İbn Teymiyye’nin batıllarını çürütmenin ibadet olduğu hususunda zaten şüphe bulunmamaktadır. Buraya kadar yazdıklarım bu konuyu açıklar niteliktedir.

“…a- İslam, Kur’an ve hadisle sınırlı bir inanç esasının adıdır. Neye iman edileceği veya neye iman edilmeyeceğini ancak Kur’an ve hadisler belirler. İman esaslarına içtihatla ilave yapılamaz.
b- Bu zikrettiğiniz tartışmalar, Kur’an ve Sünnet’in ilk talebeleri olan ashab-ı kiramın bilmediği ve ebediyyen tartışmayacakları şeylerin adıdır. Daha sonra mü’min toplumun içine sızan zındık hareketlerinin ihdas ettiği ve o zaman alimlerinin onlara cevaplar vermeye çalıştıkları konulardır. Şu anda bunların kuru tartışması vardır sadece. İblis, o zaman o fitneyi çıkarmıştı. Ümmeti o fitnelerle oyalamıştı. Şimdi, feminizm, liberalizm, laiklik, demokrasi, kapitalizm putlarını getirdi. Biz hâlâ o zamanki fitnelerle mi mi meşgul olacağız? Bu bir zaman ve enerji israfıdır. Yeni nesiller, Bakara suresini hatta nikâh ve talak hükümlerini bile bilmeden belki de sehiv secdesinin ayrıntılarını bile bilmeden bu kütüphanelerin raflarında tozlanmış konularla meşgul oluyorlar. Netice ne peki? İslam’ı hayattan soyutlayan laik anlayış sızdı ve kan oldu bedenimizde. Şeriat kelimesini, mü’minler bile neredeyse öcü görecekler..
Ah ve ah!
c- Bu konularda yazan ve konuşan hocaefendileri, asla yanlış yapmakla itham edemem. ‘Ben anlamam/anlamak istemem’ diyorum sadece. Herkes kendi hesabını kendisi verecektir. Bu meseleler akidemizin kaçıncı konusudur, onu merak ederim. Ashab-ı kiramın bilmediğini bilmenin artısı nasıl fazla olur, ondan endişe ederim. Benim zamanım değerli, enerjim az, düşman çok, kalabalıklar büyük. Bunu diyorum. Ve diyorum ki aziz kardeşim:
Birileri illa beni de sokmak isteseler bile ‘ben bu kavgada yokum!’
Lütfen dualar edin. Ben de size dua ediyorum. Rabbim, bunları bir hatıra olarak konuşup geçeceğimiz cennetlerinde buluştursun bizi.”


İman elbette ayetlerin ve hadislerin çizdiği sınırlardan ibarettir. Bunu hiç kimse inkâr etmez. Bir insanın kendi reyiyle imana ilave de bulunması da elbette kabul edilemez. Ancak bunun konuştuğumuz mevzu ile hiçbir ilgisi yoktur.

Sorarım, Müslim’de zikri geçen, Muaviye ibn Hakem es-Sulemî’den rivayetle gelen cariye hadisi hakkında ne diyeceğiz? Mızrağın ucuna bu hadisi asıp Müslümanlara isminden evvel “أين الله” (eyna’llah – Allah nerede?) diye soran, kendi istediği dışında hiçbir cevabı kabul etmeyen ve hakka ikna olmayan kimseler eline hâkimiyeti aldığında Müslümanların hali ne olacaktır? Hakeza istiva ile ilgili bir ton ayet…

Demek ki problemin esas malzemesi zaten Kur’an ve sünnetin yanlış anlaşılmasıymış. O halde Kur’an’a emek veren ve hadise dair her şeyi toplayan bir hoca efendi bu konulara sırtını dönmemelidir. En azından kendi bu tartışmalara dâhil olmak istemiyor ve menhecini davet üzerine kurmak istiyorsa bu konuda kendisine “fetva” soran insanları rabbani ulemanın eserlerine yönlendirmelidir. Ancak kendisi de Harranlı Şeyh gibi düşünüyorsa o başka…

Yanlış bir tespit de Şeytanın o gün Müslümanları bunlarla bu gün başka şeylerle oyaladığıdır. Hâlbuki şeytan her fırsatı değerlendirmektedir. Sekülerizm, feminizm, demokrasi vb. tüm batıllar Mücessime ve Haşeviyye gibi hep aynı noktadan türemektedir. O nokta insanların çarpık ilah tasavvurudur. İnsan gibi eli ve ayağı olan bir tanrının sanat ve edebiyat yoluyla cisimleşmesi ve yüzyıllar içinde putperestliğe dönüşmesi ile çarşıya, pazara, siyasete dolayısıyla bireyin indi hayatı dışında hiçbir şeye müdahale edemeyen bir tanrının Simurg kuşu efsanesi gibi aslında tanrı içinizde masalına dönüşüp insanın kendini tanrı yerine koyması fikrine inkılab etmesi hemen hemen aynı şeydir. Her ikisi de Müslümanların sahip olması gereken nezih itikadın düşmanıdır. Ayrıca sekülerizme, feminizme, laikliğe cevap verilirken bu fitnelere de cevap verilebilir. En azından elimizde ulemanın ortaya koyduğu eserler var. Yani eski âlimlere göre daha avantajlı bir konumdayız, koskoca bir sünni mirasın üzerinde oturuyoruz. Tek yapmamız gereken şey hakkı ketmetmeden açıklamak ve günlük davalara yüce fikirleri kurban etmemek.

Harranlı Şeyh’in ve tilmizlerinin Müslümanların nezih itikadına soktuklarıyla mücadele eden kimseleri, Ashabın bilmediği şey ile uğraşmakla itham eden Nureddin Yıldız hoca efendi, acaba bizzat Harranlı Şeyh’i neden bununla itham etmeyip, ona her fırsatta övgüler düzmekte ve adına toplantılar tertib etmektedir? Çünkü bunlar ashabın bilmediği şeyler ise ve İbn Teymiyye’de Allah’ın arşa oturduğundan ve varlığının arştan taşmadığından ve hatta arşın inlediğinden bahsettiyse, o da ashabın bilmediği şeylerle vakit kaybeden birisidir. Ancak batıla cevap veren sünni ulemaya bu yakıştırmayı yapan Nureddin hocam o bunak şahsa hiç toz kondurmamaktadır. Hatta bu insani tanrı tasavvuruna, bu Haşeviliğe içtihad deyip geçmektedir. Ancak kendisine rabıta ve tevessül sorulduğunda gayet de güzel cevap veriyor. Bu sorular karşısında da neden “ashabın bilmediği sonradan çıkan bu şeylerle oyalanmayın, önünüze bakın, işimiz vaktimizden çok” demiyor?

Sonuç olarak Harranlı Şeyh’in ve talebesi İbn Zefil’in bu yönleri meydana çıkarılmalıdır. Müslümanlara anlatılmalıdır. Elbette biz o ikisini ve emsallerini tekfir etmiyoruz. Her ne kadar bu davranışımız onların kâfir olmadığı anlamına gelmese de… Onların eserlerinin bir kısmından istifade de edilebilir. Ümmet bu duruma alışıktır. Keşşaf sahibi Zemahşeri, ve Usulcü el-Cessas da M’utezile taifesindendirler. Biz onların eserlerinden istifade ediyoruz. Ancak onları büyük mücadele adamları diye ümmete satmıyor, isimlerine toplantılar düzenlemiyoruz. Sakıncalar ve arızalar ortaya konduktan sonra İbn Teymiyye’nin eserlerinin ulemanın arasında dolaşmasında bir beis yoktur. Ancak bu adamın batılları içtihadi deyip geçilirse ve ümmetin gençlerine örnek âlim diye tanıtılırsa oradan açılan gedik büyür ve kendisine yöneleni batıla ileten bir cadde halini alır. O caddenin sonu ise “Sevadu’l A’zam”ı sapkınlık üzerinde gören, anlayışsız, kaba, tekfirci ve savaş hukuku olmayan malum zihniyettir. Onlar sınırlarımızın ötesinde, hanımlarımızın ırzına geçecekleri günün hayali ile meşguller. Ümmete atılan bu kazığa karşı uyanık olmak gerekmez mi?

Bir hata ettiysem kıymetli hocam ve bağlılarından peşinen özür dilerim.
________________________________________
[i] http://www.fetvameclisi.com/fetva-ah-ve-vah-bu-bir-ibni-teymiye-yazisi-degildir-74107.html

[ii] “Nahnû ricâl ve hum ricâl.” Ebu Hanife’nin, sahabenin –radiyallahu anhum- içtihadi görüşleri hakkında söylediği rivayet edilen sözdür. “Onlar da adam biz de…” demektir.

24 Mayıs 2015 Pazar

Türkiye Toprak Mı Kaybetti?




22 Şubat 2015 günü TSK tarafından gerçekleştirilen Şah-Fırat operasyonunun yankıları halen devam ediyor. Meseleyi fetih olarak gören taraf ile vatan hainlerinin hezimeti olarak gören tarafın çıkardığı gürültüden meselenin tam olarak ne olduğunun anlaşılması zorlaşıyor. Biz bu seslere kulak asmayarak uluslararası hukuk çerçevesinden olaya bakacağız.

Yazıya girmeden bir ana kural söyleyeyim; "uluslararası hukukun varlığı tartışmalıdır."

Süleyman Şah Türbesinin Statüsü

Fırat Nehri'nde boğulup şehit düşen Süleyman Şah'ın kim olduğu üzerinde durmayacağım. Çünkü burada da bir ana kuralımız var; "Süleyman Şah'ın varlığı tartışmalıdır." Ancak şöyle bir durum var ki orada yatan kişi Kutalmış oğlu Süleyman Şah olabileceği gibi, Ertuğrul Gazi'nin babası olan Gündüzalp olup, tarihî bir galat-ı meşhur kabilinden ismi Süleyman Şah olarak anılmaya devam etmiş de olabilir. Nitekim orada bir akıncı beyinin ve avanesinin yattığı sabittir. 1921 Ankara anlaşmasına göre Suriye havalisinden çekilmek zorunda olan Türkiye devleti(o zaman cumhuriyet değildik fakat devlettik) anlaşmanın* 9. maddesine şöyle bir hüküm eklemiştir:

"Osmanlı sülalesinin kurucusu Sultan Osman'ın dedesi Süleyman Şah'ın Caber kalesinde bulunan ve Türk mezarı ismiyle belirli türbesi müştemilatı ile Türkiye'nin malı olacak ve Türkiye oraya muhafızlar koyacak ve Türk bayrağı çekecektir."

Kanun maddesinden de anlaşılacağı üzere "Süleyman Şah türbesi müştemilatı ile Türkiye'nin malı olacak" ibaresi bize Suriye'den toprak vermemekte bilakis belli bir arazinin üzerinde tarihi bir esere sahip olma ve koruma hakkı tanımaktadır. Ehlinin malumudur ki; arazinin sahibi olmakla üzerindeki eserin sahibi olmak farklı şeylerdir. Bunun yanında 1973 senesinde ortaya çıkan mücbir sebep sonucu türbe inşa edildiği tarihi yerinden kaldırılıp Urfa'ya 30 km uzaklıktaki Karakozak köyüne yerleştirilmiştir. Yani 1921 Ankara Andlaşması'na göre Türk toprağı sayılan Caber Kalesi, Türk toprağı sayılmasının hukuki mesnedi olan türbe ve müştemilatının başka yere taşınmasıyla bu statüsünden çıkmış ve Suriye sınırlarına dahil olmuştur.
Türkiye'ye tanınan hukuki statü, sınırları, adası, paftası belli bir araziye mülk olarak sahip olma hakkı olsaydı "vatan toprağı" 1973'te terk edilmiş olacaktı. Durum böyle değil ki bulundurma hakkımız olan tarihi yapının lokasyonu iki ülke arasında yapılan yeni bir andlaşma ile değiştirilmiştir. Bir defa gerçekleştirilen lokasyon değişikliği "vatan toprağını terk etmek" olarak değerlendirilmediyse, müteaddid defalar gerçekleştiği takdirde yine birinci seferde nasıl değerlendirildiyse o şekilde değerlendirilecek ve vatan toprağını terk olarak anlaşılmayacaktır.

Gelelim son lokasyon değişikliğine. Bölgedeki yönetim boşluğu, Suriye hükümetinin ve devletinin Süleyman Şah türbesi ve havalisinde egemenlik ve otoritesini yitirmesi gibi sebeplerle karakolun ve içindeki askerin güvenliği tehlike altına girmiştir. Yüzlerce örgütün militer, ondan fazla devletin gayri nizami harp unsurlarıyla cirit attığı bir bölgede, karakola ve askere gelecek zararın uluslararası hukuk açısından hesap sorulacak bir sorumlusu yoktur. Çünkü türbe ve müştemilatı Suriye ve Türkiye devletleri arasında bir hukuki konu olup, oluşacak fayda ve zararların sahibi ve sorumlusu yalnızca bu iki devlettir. Bu hengame ve mevcut siyasi durum içerisinde Suriye'den türbe ve müştemilatının korunmasının talep edilemeyeceği herkesin anlayabileceği bir durum. Operasyonu yapan devlet organları yine türbe ve müştemilatını Türkiye Cumhuriye'tinin sınırları dışında tutarak 1921 Ankara andlaşması ve ilgili diğer hukuki metinlerde Türkiye Cumhuriyeti'nin sahip olduğu hukuki statüyü devam ettirmiştir.

Özetle, toprak kaybetmemiz için öncelikle o toprağın sahibi olmamız gerekir. Sahip olmadığımız toprağı kaybettiğimize dair yayılan şayia veya yeni bir toprak ilhakı ve fetih gibi bu günkü uluslararası hukuk açısından asla mümkünatı(!) olmayan şeylerin mevzu bahis edilmesi, bunu konuşan kişilerin ya cahil ya da kötü niyetli olduğunu gösterir.

Ülkemizin en acil ve ciddi ihtiyacı olan muhalefet, bu tarz çıkışlarla hayata geçirilemez. Bence tartışılması ve üzerine çalışılması gereken şeyler, muhaliflerin Halep zaferinden sonra gerçekleştirilen bu operasyonun muhtemel sonuçlarını tartışmak, yeni lokasyonun getireceği imkanlar, geçen aylarda uzunca tartışılan güvenli bölge talebimiz ve bu operasyonun irtibatı gibi meseleler olmalıdır.

Hükümetin doğru yaptığı işleri bile sorgulamak, hesaba çekmek elbette halk olarak vazifemiz. Ancak bu bilgisizce ve hamasi çıkışlarla olabilecek bir şey değil.

___________________________________
*: Andlaşma maddesi sadeleştirilmiş metinden alınmıştır.

İlim Tahsil Etmeye Çalışan Kardeşlerime İlim Tahsiliyle Boğuşan Biri Olarak Tavsiyeler


İlimle uğraşan kimselerin hayatına baktığımızda bazı ortak özellikler görüyoruz. Disiplinli çalışma, gereksiz işlerle uğraşmama, fikr-i takip bunlardan bir kaçı... Müslüman ya da gayr-ı müslim bir şekilde ilmi bir müktesebata sahip kimselerin yaşam öykülerinden hareketle, pratikte kendi karşılaştığım sorunların etrafında dolanarak, ilme talip kardeşlerime bir kaç "dost tavsiyesi" vermek istiyorum.

1-) DİL PROBLEMİ

Her türlü ilmin tahsilinde, o ilmin geliştiği dil havzası çok önemlidir. Öncelikle imkan varsa(ki olmalı) o ilim sahasıyla alakalı en ciddi eserlerin yazıldığı dil öğrenilmelidir.(İslami ilimler için Arapça, Bizantik için Yunanca, Latince, Sosyoloji için Almanca veya Fransızca gibi). Şayet o ilim dalıyla münasebet derecemiz Türkçe tercüme odaklı olacaksa, sahaya ait üst dil(eskilerin tabiri ile ıstılah) iyi kavranmalıdır. Bu konuda ciddi lugat çalışmaları nadir de olsa mevcuttur. İkinci şık için yine, sahayı bilen ciddi mütercimlerin eserlerine rağbet edilmeli ve olabildiğince tam metin tercümeler okunmalıdır. Artı olarak hangi ilim sahasıyla iştigal ediliyor olunursa olunsun -içinde yaşadığımız zamanlar için- İngilizce mutlaka öğrenilmelidir. İngilizce, en azından rahatça okuma düzeyinde, tüm arkadaşlarımın heybesine koymakla mükellef olduğu bir azık.

Bu sebeplerden ötürü, bir ilme dalmadan önce ciddi bir dil çalışması yapmak, kitap okumaktan daha öncelikli olmalıdır. Lisan bilmek, bize ileride yüzlerce kitaptan elde edeceğimiz faydaları daha az çaba sarf ederek kazanma imkanını sağlar.

2-) VAKİT DARLIĞI VE GAVUR DEYİMİYLE TİME MANAGEMENT

Yaşadığımız modern zamanların başımıza açtığı en büyük gaile hiç şüphesiz vakit darlığı. Yapmak mecburiyetinde olduğumuz günlük işleri hızlandıran teknik ve teknolojik aletler dahi zaman problemimize çare bulamıyor. (Teknik ve teknoloji hayatımızda mecburiyet olmaya devam ettikçe belki daha fazla vakit darlığı problemi çekiyoruz ama bu farklı bir tartışmanın konusu) Bu sebepten dolayı ciddi bir programlama yaparak çalışmak zamandan en verimli şekilde istifade etmemizi sağlar. İlgilendiğimiz konulara en az ne kadar vakit ayıracağımız hafta hafta belli olmalı. Sürpriz olarak çıkan boş vakitler de hemen çalışma zamanlarına ilhak edilmeli. (Ben beceremiyorum o ayrı ama inşallah becerebiliriz)

3-) MAYMUN İŞTAHLI OLMAKTAN KAÇINMAK

"İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı" diye buyuran Hz. Ali(kerramallahu vecheh) bu sözüyle şunu da aklımıza getiriyor: İlim bir bütün olduğu için, kişi bir sahada derinleşmeye başladığında ister istemez irtibatlı olduğu sahalara da ilgi duymaya ve dikkatini oraya yönlendirmeye başlıyor. Başta ağza bir parmak bal çalma kabilinden bir entelektüel haz veren bu durum sonrasında her sahada kifayetsiz kalmak ve zihin iplerinin ucunu yanlış bağlamakla sonuçlanabiliyor. Çalıştığımız ana konulardan çok uzaklaşmamak kaydıyla farklı meseleler de okuma serüvenine dahil edilebilir. Ancak dediğim gibi bu asıl sahamızda terakkiye mani olmamalıdır. Çalıştığımız konuda da problemler mesele mesele halledilerek, tedricen ilerleme kaydetmek gerekir. Ağır meselelere birden yüklenmek daha sonra usanç verebilir.

5-) BOŞ İŞLERDEN YÜZ ÇEVİRMEK

"Okumaktan mana ne/ Kişi hakkı bilmektir" diyen şaire ittiba ederek okumaktan bir gayemiz olması kanaatindeyim. Okumak gerçekten sıkıcı ve ciddiyet isteyen bir iştir.(Bilim kurgu, yeraltı edebiyatı, karikatür v.s gibi türleri istisna edeyim. Çünkü bu kanımı kiminle paylaşsam "Ne ilgisi var yaaaaa!" diye tepki almaktan bıktım) Madem sağda solda gezip dolaşmak ve daha eğlenceli şeyler yapmak varken okumaya talip olduk, boş işleri hayatımızdan olabildiğince çıkarmak gerekir. İlim tahsilinde tatil olmaz. Adına tatil denen zamanlarda bile konudan kopmamak ve zihni yoğunluğumuzu farklı şeylere yöneltmemek gerekir.

6-) YAZMAK

Ürün vermemek her ne kadar bazı büyüklerimizce tevazu gibi görünse de bence bir sonraki nesle atılmış ciddi bir kazıktır. İlave olarak, ürün vermemek ilmi devamlılığa darbe vurmanın en sağlam yollarından birisidir. Bu sebeple çalıştığımız sahada ürün vermeye başlamak çok erken dönemden itibaren yapmamız gereken bir şey. "İyice olgunlaşsın, sonra yazarım" düşüncesi en büyük tuzaklardan biridir. Bir sayfalık yazılar da olsa yazmaya çok erken başlamak gerek. Yazmaya alışmak için de gün içinde küçük fragmanlar halinde de olsa vakit buldukça yazmak gerek. Aklımıza ne gelirse yazıya dökebileceğimiz bir defteri yanımızdan ayırmamalıyız.

7-) AKADEMİK EĞİTİM(DAHA ZİYADE LİSANS)

Akademik düzeyde (lisans) hukuk eğitimi alan ve hukuk dışında neredeyse her sahaya meyli olan biri olarak bu mevzuyu çok önemsiyorum. Henüz ayakları yere basmayan bir ergen iken yaptığımız akademik tercih çoğu zaman fiyasko ile sonuçlanıyor. İlgili olduğumuz sahalardan farklı bir akademik çalışma içinde bulunduğumuz takdirde, lisans eğitimimiz, en güzel ifadesi ile, ayak bağı oluyor. Şayet böyle bir durumdaysanız bazı sıkıntıları göze alarak, lisans üstü eğitiminizde mutlaka ilgili olduğunuz sahaları tercih edin.

8-) OLMAZSA OLMAZLAR

Neyle uğraşırsak uğraşalım kopmamamız gereken iki saha vardır. Bir şiir, iki fıkıh...

Şiir ve fıkıh bu topraklarla irtibat kurmamızın iki anahtarı. Hepimizin temel poetik tahliller yapabilecek kadar belli bir şiir kültürü ve fıkıh - usul-ü fıkıh bilgisi olmalı. Birlikte yaşadığımız halkı anlamanın, analitik düşünmenin ve daha birçok meselenin yolu buradan geçer.

Allah başta bana sonra hepimize ciddiyet, tevazu ve fikr-i takip nasib etsin.

22 Şubat 2015
Suadiye,